DÜŞÜNEN AKIL MI? YÖNETİLEN BEYİN Mİ?

Blog gönderi açıklaması.

Gülay KARAOĞLU Eko-POLİTİK Uzmanı Araştırmacı / Yazar

5/24/202518 min read

      İnsanlar; Bir Masal Dünyasında yaşayıp,

      Birbirlerine oyun içinde oyun oynarken,

      Oyunun içinde bir hayatı yaşamaya çalışıyorlardı

      Karanlıklar, karanlık bulutların arkasındaki

     “Mumyalar” ise;

     “Hepiniz bir gün benim karanlığımda kaybolacaksınız.”

       Diye ellerini ovuşturuyordu. Çünkü bu şehir;

       Aşkı unutmuştu,

       Sevgiyi unutmuştu..

Ağrı’dan Van’a, Van’dan Diyarbakır’a, Urfa’dan Mersin'e, Malatya’ya, Samsun’dan İstanbul’a, Adana’dan Muğla’ya gittiğim ve gördüğüm, şehirlerde gördüğümüz manzaralar beni iyice düşündürür olmuştu. Konya ile Karaman bozkırında gördüklerimiz ayrı bir dünya, Van ile Bitlis arasında gördüklerim ayrı bir dünya idi. Hatta gelişmiş görünen turizm kenti Muğla’da bile cehalet veya cahillik farklı şekillerde kendini gösteriyordu.

Lakin bütün Türkiye şehirlerinin ortak zayıf noktaları tekti. Bu tek nokta gelişmişlik düzeyini engellerken şehirleri de birilerine bağımlı hale getiriyordu.

Yaşamı boyunca iyi bir eğitimci ve araştırmacı olmaya çalışmıştı. Yüreği hep Türkiye insanları için atmıştı. Katıldığı toplantılarda eğitim ve proje odaklı konuşurken mutlu olur, kısır, geri kalmış planlamalardan rahatsız olurdu.

Ülkenin kurtuluşunda ve yeni Cumhuriyetin kurulmasında Dünya bir taraftan yenilik ve teknoloji ile birlikte gelişirken; sosyal medyanın da etkisiyle dönüşen toplum, hızlı teknolojik ilerleyişle birlikte kendini yeni bir teknoloji çağında bulmuş, teknolojinin ve yeniliğin getirdiği talep neticesinde tüketim sektörü arz-talep dışında dengesini kaybetmişti.

Amerikan dizilerinin dönüştürdüğü bilinç ve algılama kaybı, daha rahat yaşama isteği, artan nüfusun eğitimsiz, nicelik kalabalığı, gelişen ve fabrikalaşan şehirlerdeki insan nüfusunun fabrikasyon sistem içinde kült değerlerini ortaya çıkarma veya ruhani huzura erme istekleri toplumsal gelişmeye gölge düşürürken aynı zamanda da korkunç bir yozlaşma kirliliğini yaşatmıştı. Bu yozlaşma sektöründe zamanla ahlaki değerleri rencide eden Türk yapımları, dizileri yerini aldı. Fikirsel tartışma programları, eğitim ve öğretim ile ilgili programlar revaçta olmadığından toplumun büyük kesimini cezbeden diziler aile değerlerini ve toplumsal değerleri bozarken anne-baba ilişkilerindeki yozlaşmaları ve boşanmaları da körüklemişti.

Bir eğitmen ve eğitim planlayıcısı olarak yaptığım çalışmaları irdelerken benim fark edemediklerimi birçok eğitimci ve planlamacının da fark edemeyeceğini anladığında “Varlık"tan, “Yokluk"a geçişin boyutlarını ve sonuçlarını kestiremeyeceğini biliyordum. Aslında “ Varlık”, fark etme meselesi miydi, yoksa planlama mı onu kestiremiyordum. Ya da siyasetin gücünü göstermeye başladığı ortamlarda eğitim planlamaları neden yapılıyordu. Niteliğin ve öğretmenlerin olmadığı bir ortamda ilkokul bitirenlerin bile öğretmen olduğu 1923-1950 yılları arasında gelişmeye çalışan Türkiye, o haldeyken bile gelişimi durdurulmaya çalışılan bir ülke iken yoksunluk hikâyesinden sonraki iktidar savaşları körlüğe mi neden olmuştu. Halk ve yönetim gözlerini açmaya ve ışığa ulaşmaya çalışırken, yabancı misyonerlerin gizli Doğu ve Güneydoğu seferberliklerinin bittiği mi düşünülmüştü acaba safça?

Biliyordum ki….

Doğudan, Batıya tüm halkın katılımıyla gerçekleşen “Kurtuluş Savaşı” sonrası halkın desteğiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şekillenmesi oldukça sancılı dönemlerden geçmişti.

Savaşın içinden zor şartlarda çıkan bir ülkenin reformlara kavuşması ve bunlara uyum sağlaması o kadar kolay olmamıştı. Kitapları okumak ve orada anlatılanları, ritüeller ile uygulamak ve “Milliyetçi” duygular içinde şaha kalkmak ve mutlu olabilmek o savaşı yaşamadan, hissetmek kolaydı.

Bir reform yaratıp savaştan çıkmış bir ülkeyi yükselme hırsı içindeki ülkeler arasından kurtarıp yeniden yaratmaya, onu arzın üstüne çıkarmaya çalışmak büyük hedefleri ve düşünceleri gerektiriyordu. Bu hedeflerin hepsi azim ve sabır gerektiriyordu. Yeniden doğuş sancısı hiçbir sancıya benzemiyordu.

O sancıyı, o doğum sancısını en iyi genç ve tecrübesiz bir anne biliyordu. Doğum esnasında tecrübesiz, zayıf, yıpranmış vücuduyla sağlıklı bir çocuk dünyaya getirmek isteyen annenin çocuğu için hayalleri vardı. Kendi yaşadığı acıları o çocuk yaşamayacak, yaşamın ve hayatın en güzelini o çocuk yaşayacaktı.

Doğum sancısıyla kan içinde kalan yurdu kandan arındırıp doğurulanı temizlemek, eğitim-öğretim ile onun yaşam dimağlarını geliştirip beslemek ve onu büyütmek, yaşamsal alanda kalmasını sağlamak, sosyal hayatın ve geleneksel normların bölgesel baskısı altında halka yüklediği değerlerin ortasında bir Cumhuriyet çocuğu doğurmak da o kadar kolay olmamıştı.

Gelenekler içerisinde ve tarihi seyrinde gelişme gösteren hukuki, ahlaki ve sosyal bütünleşmede Dharmasını, inançlarını koruyan, düzenleyen ve bir arada tutan oluşumları ortaya çıkarmak ve o ahlaki yapıda yaşamlar sürdürebilmek karmaşık kozmik ortamlarda, dinle-yaşamın bütünleşmiş algısında objektif bir yaklaşım değildi.

Geleneksel normlar ile örf ve adetlerini belirleyen insan topluluklarının içinde onları bu reformlara yönlendirecek olan, yaşadıkları bölgelerdeki “erkler” di.

O Erk’ler ki yöre toplumunun Kült değerlerini, aile yaşamlarını, yörenin sosyo-ekonomik alt yapısını, yaşam özgürlüklerini ellerinde tutmaktaydılar. Bazen hiç olmadık şekilde yaşamsal gizlerin içine kadar girip, aile içi verilmesi gereken kararları dahi etkilerler. Köyden kente, kentten şehir’e yayılan yeniliklerde güç sahibi, söz sahibidirler.

Toplum içindeki bireyin özgürlüğü onların yoksunluğudur. Halkın özgürlüğü, köylünün özgürce geçim kaynaklarını ve sosyal statüsünü sürdürmesi ERK SAHİBİ’nin idare etmesi ve yönetmesi gereken toplum içinde kaybetmesi demektir. “Yönetmek” ve “Lider olmak” için, “Ağa” olmak için köydeki, mahalledeki bireyin, özellikle aile reisinin tapınmasına, biat etmesine ihtiyaçları vardır.

Bireyin özgürlüğü demek onların bireye saygı duyması demektir. Bireyin bağımlı olması onların özgür olması demektir. Gücü elinde bulunduranlar eğitimden başlayarak siyasi, otoriter, ekonomik hatta dini unsurları bile kendi çıkar ve kazanım amaçları için kullanabilirler. Kullanmışlardır.

Savaştan çıkmış bir toplumda gerçekleştirilen reformlar halka inemedikçe, bölgenin gelişimin yönetmek ve elinde tutmak isteyen zümreler veya savaşın yenilgisini özümseyemeyen milletler sıcak savaşta ele geçiremediklerini soğuk savaşta dini, eğitimi, öğretimi, ekonomiyi ve reform hareketlerini kendi yararlarına kullanarak elde ederler.

Bu öyle bir savaştır ki, savaş olduğunu anlayamazsınız. Hatta barış zamanı yenilikler ve gelişimler, inkılaplar bir yandan sürerken bir yandan da barışçıl yaklaşımlar ile her türlü inkılabı ve devrimi kabul etmiş görünenler sessizce bir yürüyüş içinde siz zayıf düştüğünüzde bir şekilde rakip olarak, yapılanları yıkmak için karşınıza çıkarlar.

Yani sizinle aynı görüşte olmayanlar ve yapılan devrimleri kabullenmeyenler açık ve net tutum göstermek yerine kendi zamanlarının gelmesini beklerken kabul etmiş göründükleri ortamları da kendi hallerinde sessizce yok etmeye çalışırlar. Yani kabul edilemeyen var oluşlar durağan bir yapılaşma ortamında sessizliğe bürünür. Bu bir geri çekilme veya susma değil zamanı beklemedir.

Gizemli, kripto beyinlerin sessiz bekleyişleri sürerken yabancı güçlerin özel yetiştirilmiş, bölgeyi iyi tanıyan misyonerleri Devletin ulaşamadığı bölgelere planlı bir şekilde ulaşırlar. O bölgelerdeki eksiklikleri, yeşermemiş duyguları araştırır, sessiz kalan ve devrimlere inanmamış eğitimsiz halkı kendi profillerine göre şekillendirmek için fırsat kollarlar.

Büyük bir savaştan çıkmış ve “Yüce ve Ulu” bir kimlik kazanılmış olsa bile “Köylü Milletin efendisidir” denildiğinde, bölgelerde otorite olan kişilerin çıkarlarının üzerine ayak basılmıştır.

Kalkınma hamlelerine karşı çıkanlar, çıkarsal değerlerini koruma adına halkın geleceğinin yükselmesini inanmayanlar sizden fazla olduğunda doğruların değil, olması gerekenlerin değil, “Özgürlük Çocuğu” ‘nun doğmasını istemeyenlerin istekleri ön plana çıkar.

Toprağını işleyebilen ve bilinçlendirilen birey kendi üretimini de yaparak sosyo-ekonomik ve toplumsal bir güç kazanacak ve o güç kazanı içerisinde biat etmeyip yönetime katılmak isteyecektir.

Özgürlükçü, demokratik ortamlar, köydeki zengin, toprak sahibi Efendi’yi rahatsız edecektir. Zaten kendi içinde bölgelerde geçmişten gelen; babadan oğula geçen bir sistemde köylünün haklarını koruduğunu ve yönettiğini düşünen bir zümre vardır. Bu kişilerin eli o yeni doğacak çocuğu çevreleyecek ve ona yaşam alanı oluşturacak ortamları kısıtlayacaktır. Onları kendinden görmeyecektir. O bölgeler onlarındır. Dağlar, yollar, insanlar, ağaçlar, suyun akışı bile, onlardan sorulur. Efendi efendiliğini, köylüde köylülüğünü bilmelidir.

Çoğunluğu Müslüman olan ve halkın çoğunluğunun şeyhler, mollalar ve tarikat liderlerinden ilim tahsil etmek ve icazet almayı dini bir alışkanlık ve ruhani bir görev kabul ettiği yaşamsal ortamlarda bu reformları gerçekleştirmek için halka inmek ve halkın üzerinde erk gücüne sahip otoriteler ile işbirliği içinde olmak gereklidir.

Halka inip, yerel halkla işbirliği sağlanamadığı takdirde doğacak çocuğun yaşaması ve onun için planlanan reformlar ve ideolojilerin bölgelere göre uygulanabilmesinde güçlükler ortaya çıkacaktır. Halka inmek içinde önünüzde öyle büyük engeller vardır ki… Bölge de kendi hükümdarlıklarını sürdüren büyük aileler, ağalar cahil halkı istedikleri gibi döndürebilmekte, yaptıkları baskıyı Devlet’in yaptığını söyleyerek halkı Devlet’e karşı isyana sürükleyebilmektedirler. Ağa hem Devlet’in yanındaymış gibi görünür, hem de köylüyü organize edebilir. Çünkü ortak kültürlerde ritüellerde ortak noktalarda birleşirler.

Böyle bir ortamda yönetimsel gücün dışında kalanlar, ideolojilerini yürütemeyen farklı güç odakları, kendi güç odaklarını oluşturacak ve gelecek zamanını, gücü eline geçireceği zamanı sabırla bekleyecekler, beklerken de boş durmayıp gerekli oluşumları hazırlayacaklardır.

Tasvir ve benzetmelerle yazım amaçlarımızı güçlendirirken annenin çocuğu her şartta büyümeye devam edecek ve ona sunulan Cumhuriyeti kendine bir özgürlük ve demokrasi hareketi olarak görecektir. Lakin doğan Cumhuriyet çocuğunun yenilikçi ve devrimci yaklaşımlarından korkup köylü üzerinde otoritelerini kaybetmeye başlayan bölge efendileri yapılanları kendilerine zül görecek kaybetmeye başladıkları saygınlıklarını yeniden kazanabilmek için kendi oluşumlarını kurmaya her daim çalışacaklardır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nden günümüze gelen geleneksel normlar Ülkenin kültür zenginliklerindendir. Zaman değişse de, eğitim ve öğretim şekilleri ve uygulamaları faklı yön ve hedefler sunsa da;

Tasavvuf tutkuları, inançlar, ruhani dirençler ve algılar bazen daha da yoğunlaşarak bireyi geçmiş örf ve adetlerine daha bir bağlayacak, onlara istedikleri yönde şekil vermek isteyenler bireyin biat etme zayıflığını ve arzusunu, yalnız kalma korkusunu kullanarak yeniden şekillenebilecekleri eğitim ortamları hazırlayacaktır.

Yeniden şekillenen “Eğitim ve öğretim Planlama”‘larında geleneksel normlar etkindir. Bu asla unutulmamalıdır.

Kurtuluş savaşı sonrası doğan Cumhuriyet çocuğunun ilk on yılının inkılapların, reformların ve laik değerlerin yükselen yıldızı olduğu unutulmamalıdır.

Lakin yükselen Cumhuriyet değerleri ile birlikte farklı söylentiler ve anlamlarda; “Erkler” tarafından yönetilen toplumsal gerçekleri de dikkate almak gereklidir. Reform yükselişiyle pembe gözlüklerde başarı gururu yaşayanlar geride bıraktıklarını sandıkları engellerinde mukavemet sabrını görmezden gelmişlerdir.

Eski devirlerde; genellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da köylerde, mahallelerde kalabalık aile ortamlarında, sofalarda divanlar kurulur, deng bejler ahenkli sözler kullanarak geçmiş olayları destanlar, kilamlar, ilahiler ve hikâyeleri kuvvetli gırtlak güçleriyle sözlü olarak sunarlardı.

Yaşanmışlıkları olan veya tarihin destansı hikâyelerini bilen büyükler, yörede söz sahibi olan “SEYİDLER” vasıtasıyla nesilden nesile bu hikâyelerin, savaşların, destanların, mitlerin, kahramanlıkların hatırlanabilmesi için edebi değerleri olan söylencelerde, kurulan divanlarda, yaşanılmış kahramanlıkları, destanları, savaşları, mitleri, halk hikâyelerini anlatırlardı. Bu toplantılar bir anlamda yörenin ortak değerlerini korumak ve sürdürmek amacıyla gerçekleşiyordu.

Bu hikâyeler ve efsaneler zamanla mitler ile birlikte ağızdan ağıza Anonim Halk Edebiyatının içinde büyüyüp destansı hikâyelerde bütünleşmişlerdir. Söylenceler sonrası gençlere ve çocuklara anlatılandan çıkarılmış ana fikir veya gerçekliği sorgulanır, Selçuklularda olduğu gibi Doğu Anadolu bölgesinin kış soğuğunun ortamındaki bu meşveretler erdemli, saygılı benliklerin, bilinç ve bilinçaltı dünyalarının gelişimini desteklemiştir.

Ulema, seyit veya âlimlerin anlattığı hikâyeler güçlü karakterlerin ve gençlerin yetişmesini sağlarken gençlerin gelecek ile ilgili karar vermelerinde etkin olup, Divan meşveretlerinde, geçmiş yaşantılar, kültürler sözlü veya sazlı anlatımda icra edilirken divanda dinleyici olanlar aldıkları tarih, kültür ve geleneksel yaşam derslerini bir sonraki nesile aynı yöntemle ağızdan ağıza taşırlardı.

Yöre halkı dengbej gecelerinde edindikleri bilgiler ve öğretilerle geleneksel yaşantılarını yönlendirip, sürdürürlerken;

Bu öğretilerin yerini eğitim ve öğretimle gelen bir değişim aldığında, çelişkiler ve yeni gelen öğretmenin kendilerinden olmamasından kaynaklanan yabancı kişi, gelen öğretmeni kabullenmeme veya bölgenin ileri gelenlerinin ağaların, seyitlerin, cemaat liderlerinin ve ulemaların itibar kaybetme korkusuyla oluşturdukları algılar ve baskılar sonucunda bölge halkında yeniliğe karşı bir direnme baş göstermiştir.

Bu direnme sonucunda siyasi yapının içinde de var olan bölge zenginleri, ulemalar gelişmeye ve yeniliğe karşı direnç gösterirken yenilikçi gelişim hareketlerine kendilerince isimler takarak köylüleri ayrılıkçı algılar ile korkutmuş ve bazı bölgelerde gelişime engel olmuşlardır. Kurulan değişik dış ve iç örgütlerde bu gelişimi engellemiş hatta geleneksel adı verdikleri kültürün içine dinide katarak bölge halkı üzerinde baskıyı arttırmışlardır. Yeni doğan çocuklar Cumhuriyetin değil kendilerine amaçlı öğretilen öğretiler ve ritüeller il büyümüşlerdir. İş yokluğu, eğitimin engellenmesi, bölgesel baskıların oluşturulduğu korkuların sonucunda göçler başlamıştır. Göç edebilen aileler İstanbul’a, İzmir’e, Sakarya’, Adapazarı, İznik ve Kocaeli bölgesine yerleşmişlerdir.

İTEAT VE BİAT FELSEFESİ GERÇEKLERİ

Geçmişten bu güne bir tarama yaparsak, yönetimler; bulundukları çağın düzenine ve çıkarlarına ayak uydurarak geliştirmek ve sürdürmek istedikleri fikirleri uygulayabilmek için çıkar amaçlı ideolojiler bütününü oluşturarak toplumda etkin olan kurumlar vasıtasıyla ideolojilerini topluma yaymaya çalışırlar.

Farklı üniversitelerin eğitim ideolojileri, hükümetlerin siyasi ideolojileri ve hepsinden en etkilisi din ideolojisi toplumdaki algıları ve güdülemeyi değiştiren, sosyo-ekonomik kalkınmada toplumsal gelişimi kurulu düzen hükümetlerinin lehinde manipüle eden etken ideolojilerdendir.

1970‟li yıllarda yaşanılan işçi eylemleri, sık sık yaşanan hükümet değişiklikleri, özellikle kamuya ait kurumlarda kadrolaşma girişimleri, işçilerin siyasi görüşleri doğrultusunda işe alınıp, işten çıkarılmaları gibi nedenler ile işçiler arasındaki ayrıştırmalar toplumları germiş ve toplumda bir karmaşa yaratmıştır.

Kişisel nitelik yetersizlikleri, işinde kalifiye olamama, “kalifiye ve ya nitelik" kelime anlamlarının tam bilinmemesi, dostla veya siyasi partiler ile işe yerleştirme algısının giderek yaşamsal amaca dönüşmesi gibi davranış etkenleri zamanla “ancak torpille işe girilebilir, niteliğe gerek yoktur” algısını ideolojiye çevirmektedir.

Bu tarz ideolojiler toplumsal gelişimin yozlaşmasına neden olmakta, dolayısıyla toplumsal çıkarların, uyumun yerini sürdürülebilir kişisel ve bireysel çıkar amaçlarının güdülenmesi almaktadır. Bölgesel farklılıkların içinde, bölgesel kimlik algı ortamlarında çocukluktan yetişmiş ve kimlikleri, dillerinin kullanılması engellenen toplumlarda oluşan toplum karşıtlığı ve dil kullanım ideolojisi de zaman içinde daha da manipüle edilerek, ideolojik anlamsal değerini kaybedip, örgütsel değerler içinde kendi toplumsal değerlerini koruma amaçlı anarşizme kayma eğilimini göstermiştir. Hatta anarşizme kaymış, toplumda bölücülük kaygılarının artmasına neden olmuştur.

Bilinçaltı ideolojilerin ortaya çıkması, yaşanılan baskılar ve manipülasyonlar sonucundadır. Örneğin; Müslümanlık dininin kutsal kitabı ve kılavuzu Kuran’dır. Fakat kuranda bize rehber olan ayetler kimilerine göre farklı yorumlanmakta ve ideolojiler bu yorumlara göre manipüle edilmektedir.

Türkiye Eğitim Sistemi üzerinde değişen yıllara göre değişik planlamalar yapılmakta, siyasi partilere göre eğitim planlamaları değiştirilmektedir. Cumhuriyet ile birlikte başlanılan Eğitim Reformları, zorunlu eğitim koşul ve şartları yıllara göre değişiklik göstermiştir.

Modernleşen dünya ve teknolojik gelişimler ile beraber yeni kurulan fabrikalar nedeniyle açığa çıkan işçi ihtiyacı köyden kente göç eden bu kent-köy mahallelerindeki bireylerce karşılanmaktadır.

Arz/talep dengesinin iniş çıkışları, iş ve istihdam olanaklarının artması sonucu Doğu ve Güney Doğu, Orta Doğu, Afrika, Gürcistan, Azerbaycan, Ukrayna, Rusya, neredeyse tüm dünya ülkelerinden binlerce farklı renkte farklı karakterde, farklı dilde insanlar büyük kentlerin fabrikalarında, emlakçılarda, yüksek inşaatlarda, internet üzeri pazarlamalarda, satışlarda yoğun çalışma ortamlarında buluşmuştur. Bunun sonucunda yoğun göç alan büyük kentlerin demografik yapısı tamamıyla bozulmuştur.

Böyle bir ortamda; çarpık, düzensiz kentleşme ve fabrikalarla iç içe geçmiş yaşamlarda yok olan destansı kentlerin gölgesinde denize yansıyan mumyalaşmış insan düşüncelerinde İstanbul, İzmir, Sakarya, İzmit, vb. gibi kentlerin hüzünlü geçmişleri solgun rüyalarda yerini almaya başlamıştır.

Annelerin konuştuğu o güzel İstanbul lehçesinin yerini farklı dillerin karışımdan oluşan kelimeler dizini almıştır.

Sultan Fatih ‘in Güneşi, Osmanlı’nın parlak medeniyetinin bekçisi İstanbul, Kale surları göç adı altında yaratılan insan selinin ortasında kalmıştır.

1970-1980 yılları sonrasında İstanbul, hızlı bir gelişme sürecine girmiş, Anadolu Yakasının yanında hızla büyüyen Avrupa Yakası ve burada kurulmaya başlayan fabrikalar İstanbul ‟un görünümünü değiştirirken ruhunu da yok etmeye başlamıştır.

O mavi-kahverengi-yeşil güzelliklerin yerini büyük sisli fabrikalar almıştır. Evet, fabrikalar bir ülkenin lokomotifidir. Belki de ne kadar üretim o kadar zenginliktir. Evet, İstanbul’da, Sakarya’da, İzmit’ de herkese iş vardır.

Kurulan her yeni fabrika vasıtasıyla iş imkânlarının artmışıyla köyden kentte akraba göçleri daha da yoğunluk kazanmıştır. Köyden gelenler; İstanbul “un belli bölgelerine yerleşmişler, kendilerini büyük şehirde koruma içgüdüsüyle kurdukları bölge dernekleriyle köyden getirdikleri kültürlerini devam ettirmişler ve yeniliğe gözlerini kapamışlardır. Bu kişiler her bölgede kendi ideolojik algılarını, geleneklerini, inanışlarını yaşamaya ve yaşatmaya devam etmişlerdir. Renklilikler ülke gerçekleri içinde sosyolojik bir bomba etkisi yaratmadığı müddetçe güzeldir. Farklı kültürler çeşni ve renk katar yaşama.

Fakat Kentin de bir düzeni olması gerekir. Kültürler arası kaynaşma gerçekleşmemişken bu sefer dış dünyalardan gelen göçler İstanbul’u iyice kalabalıklaştırmış, kimliğini değiştirmiştir. Irgatlıktan, hatta kimi yerlerde terörden İstanbul’a kaçarak gelenler fabrikalarda bulunan açık işlerde vasıflı veya vasıfsız olarak çalışmaya başlamışlardır. Yoğun yaşam şartları nedeniyle kadınlarında istihdam hayatına aktif girmesi sonucu yoğun çalışmalarda yorgun, ek saatlerde ufak ücretlerde biraz daha yorgun çalışmaya devam etmişlerdir. Kültür dışında onları birleştiren tek unsur dindir.

Bu insanlar çalışmaktan çocuklarıyla ilgilenememişler, evdeki kadın ya temizliğe gitmiş, ya da ek işlerde kazanç sağlamaya çalışmıştır. Erkek ise işinde, evdeki yaşantıdan, çocuktan, çocuğun gelişiminden habersiz, fabrikasyon yaşantının içinde bilinçsizce, kendi kör kimliğinde yaşamını sürdürmeye devam etmiştir.

Ve ailelerin, evet ailelerin fark edemedikleri eğitim açığını, çocuklarına veremedikleri eğitim bilincini başka birileri farklı ritüellerle doldurmaya, zapt edilemeyen, uyuşturucuya kayan bedenleri kontrol altına almaya başlamışlardır.

İstanbul fabrikalarında işler genelde vasıflı işler ve vasıfsız işler diye ayrılır. Bu şehirde mesleki niteliği olanlar, yani makinaları, tezgâhları, özel üretim mekanizmalarını kullanabilenler, fabrikanın ürününe göre üretimde etkin makine kullanabilenler, nitelikli, yani vasıflı; Paketleme, yapıştırma, ortacı vb. gibi görevlerde olanlar ise vasıfsız olarak nitelendirilmektedir. Yani vasıflı veya vasıfsızlık herhangi bir yükseköğretim ile edinilmiş bir beceri değil, genelde işbaşında edinilen tecrübeye dayalı, işe girmeyle edinilen mesleki bir vasıftır. Bazı üretim bölümlerinde meslek lisesi ve mesleki teknik okul öğrencilerinin tercih edildiği de mevcuttur.

Vasıfsızlar gündelik veya aylık olarak çalışabilmektelerdir. Yedi tepeli İstanbul ‟da vasıflı ve vasıfsız işlerde çalışanlardan bir dolu yaşamsal özel alanlar ve bölgeler oluşmuştur. Neredeyse 24 saatin tamamında vardiyalı çalışan, işçi cennetlerinde, cehennemlik çalışmalarda sadece kazanacağı ve geçineceği nakit geliri düşünen insanların arasında bilinçli beyinlere yer yoktur. Zaten, “Vasıflı Eğitim ve Vasıfsız eğitim” ‘de anlamını önce Kocaeli sonra da İstanbul’daki, Tekirdağ’daki fabrikalarda kaybetmiştir.

Merkezden eğitim planlaması yapmakla, uygulamada eğitim planlaması yapabilme stratejisi “Hiçliğin karanlığında”, “Yok Oluşu” seçmiştir.

Yaşamsal ihtiyaçlar, deneyimler, yaşam korkusu içerisinde varlığını sürdürmek isteyen bu makinalaşmış insan gücüne aile yaşantıları ile inanışları arasında farklı yaşam stratejilerinde yeni bir yaşam rehberi oluşturmuştur.

Fabrikalar makinalaşmış bir toplum yaratmıştır. Fabrika teknolojisi artık yaşamsal ideolojilerin yerini almış, dinlenme saatlerinde yorgunluklarını evde kaldıkları birkaç saatle geçirmeye çalışan otomatikleşmiş insan toplulukları, sadece hafta sonlarında yüksek binaların ortasına kurulmuş yeşil parklarda piknik yapıp, çay demleyerek hayatlarına küçük renkler katabilmişlerdir.

Bu şehirde uzak yollara gidebilmek zordur. Asgari ücretle beraber ödenen mesai ücretleri yaşamsal amaçlarda küçük hesaplarda çalışanları, işçiyi mutlu ederken bu robotlaşmış yaşamsal hayatları sunan patronlara da lüks arabalar, zengin evlerde daha iyi yaşama şansını vermiştir.

İstanbul, özgürlüklerin en büyüğü olmuşken, ideolojilerde aydınlığı sunan, geçmişte taşı toprağı altın denilen şehirken, şimdi…

Yükselen binaların, yok edilen çamların, gasp edilen sahillerin arasında küçücük yollarda özgürlüğünü aramaktadır.

İstanbul ve İstanbul gibi fabrikalaşmış kentlerde çocuklar, hep önüne bakan çalışan annelerinin yüzünü görmek için fırsat kollar, başları eğik boynu bükük ve hep çalışmaya mahkûm bu kadınların tek ideolojisi çalışıp evine ekmek götürmektir. Medyanın ve iş yaşantısının yoğunluğu nedeniyle bilinçlenen kadın, zorbalaşan erkek gücü artmıştır bu kabalaşan yaşamlara sosyal medya karanlığı da el atmıştır. Boşanmalar artmış ve çocuklar, gençler boşlukta kalmıştır.

Çalışmak güzeldir... Sürekli işi olması da, aradığında rahat iş bulabilmekte güzeldir. Makinalaşmış bu insanlar arasında;

Para tek amaç, para için yalan söylemek, yardımları almak için açım demek kötü örnekleri görüp mafya babalığını cesaret görmek, kadına el kaldırmayı erkeklik görmek adet olmuştur.

Zorbalaşan kent yaşamında vicdan, ahlak kalmamış, buna rağmen toplu yaşamlarda ritüeller ve biatlar kime neden yapıldığı bilinmeden devam etmiştir. Güç için, gücü elde etmek için biat şarttır.

Gerçekten ihtiyacı olanlar sosyal yardımlara ulaşamazken, utanırken, sığınamazken hak etmeyenler haksız kazançlarda sosyal medya pazarlamalarında halka kötü örnek olmuştur.

Bilimi, eğitimi, liyakati dikkate alarak sürdürülecek eğitimsel ve öğretimsel yaklaşımlara, bilinçli ve ruhsal gelişimini tamamlamış gerçek insan dünyası davranışlarına ihtiyaç vardır.

Halk yorgun yaşam mücadelesini sürdürmeye çalışırken bedavadan kazanma ideolojisine sahip insanların küçücük bir çocuğa bile bir arabanın lastik sibopunu çıkarttırıp sattıracak kadar hırsızca davranış eğilimini edinmeleri ve çocuklarına bu öğretileri öğretmeleri, bunu da akıllılık sanmaları İstanbul’un üzerindeki korkunç değişimin boyutlarını göstermektedir.

Mumyalaşmış insan siluetleri arasında dolaşan kor yürekli, taşlaşmaya başlamış insan gölgeleri arasında hırsızlık, kabadayılıkla istediğini elde etme, çalışmadan zengin olma dürtüleri içerisinde yetişen çocukların bu şehre vereceği zararı zamanı geldiğinde kim engelleyecektir, Bu otomatikleşen yaşam biçimlerini ahlaki ve vicdani dürüstlük ile yoğrulmuş algılara kim yönlendirecektir. Çalmak kolaydır. Yalan söylemekte. İnsanları yalan ile ikna edip, kendini haklı çıkarmakta kolaydır.

Gerçeklik ritüelleriyle gençliğe inip, iman ve inanç algılarında ruhani isteklerini gerçekleştirenler, toplumsal bir sarmalın ortasında yok edilmeye çalışılan eğitim ve öğretim algılarının yanında makinalaşmış ve mumyalaşmış hayaletler şehrinde karanlık döngülerde bir karmaşaya mı sürükleniyor.

Biat etmesi istenilen bireyler bu makinalaşma sürecinde algılarını ve düşünce yetilerini kaybederken yaşanılan ahlaki çöküntünün sonuçlarından başta çocuklar olmak üzere tüm toplum etkilenmektedir.

İçgüdüleriyle değil ritüeller ile yönlendirilenler ve ahlaki değerlerini çıkar ideolojilerinde kaybedenlerin ülkelerine vereceği zararın telafisi yoktur.

Her türlü ideolojinin kendi çıkarsal güdüleri içerisinde oluşturduğu ve halkı manipüle etmek için yaratılan gerçekler, sadece düşünemeyen ve biat eden toplumlarda yol alır.

Kendi iradesi içerisinde yolunu bilenler ve bulanlar mumyalaşmış bilinçlerden etkilenmeyecek gerçeğin tarafsızlığında karanlık gölgeleri fark ederek elbette doğru yolu bulacaklardır.

Mumyalaşmış insanların oluşturduğu kentlerde yaşayanlar; Eğitimsizliğin üzerlerine sürdüğü bu vasıfsızlığı elbette fark edecek ve asıl vasfın eğitimli, paylaşımcı, inançlı, ilkeli ve dürüst insan olduğunu anlayacaklardır. İşte bu yüzden tutarlı yeni öğretim metotlarının acilen uygulamaya konması gerekmektedir.

“Aydınlığın ışığını aramayanlar karanlığın kuyusunda yok olacaktır. “

Gülay KARAOĞLU

Eko-POLİTİK Uzmanı

Araştırmacı / Yazar